Yaşıyoruz işte. Ama olağanüstü bir dünyada.
Yeni bulunmuş bir dinozor ayak izine, uzaylı bir canlının iletişimine, robotların insan komutlarına aldırış etmeyişine, insan kaynaklı bir doğa felaketine ya da yapısal değişikliğe uğramış hayvanların dünyayı istilasına ve daha nice acayipliklere gereksinim duymayan olağanüstü bir dünyada yaşıyoruz işte.
Gece gelen bir komiserin sizi karınızı öldürmekle suçlaması, kimi zaman sabuklayan birinin bir zaman sonra da tamamen sabuklaması, bir edebiyat eleştirmeninin karısına sarkan bir romancıyı öldürmeyi planlaması, sudan sebeplerle birilerinin bir genci öldürmek için evini basmaları, kurtların donan birini parçalamak için sabrı, yeterince olağanüstü değil mi?
Hadi bunları bir yana bırakalım: Bir gencin platonik aşkı, sadece bu bile olağanüstü değil mi?
Bir inşaat işçisinin iş kazasında ölmesi; bir kedinin açık kalmış pencereden girdiği evdeki zoraki misafirliği; gece gelen bir telefonun bir kadını, ölüm döşeğindeki eşinin onu bırakacağı yalnızlığına gömmesi ya da yalnızlığından çıkarması; bir emeklinin ağzının tadının kaçması ya da bir cevelana dalması; tüm bunlar olağanüstü değil mi?
Tuhaf bir öykü olağanüstü değil de nedir?
Bu kitabı baskıya hazırladığımız günlerde, öykülerden birinde şöyle bir görünen Kadıköy sahaflarından Sakallı Lütfü’nün ölmesi olağan mı şimdi?
Kemal Bek’in insanların ruh hallerini anlayan ve onlara dokunan anlatımı; duru, yalın ama incelikli diliyle işte sizin semtinizdeki, sokağınızdaki, hanenizdeki olağandan üstün bir dünya...