Asrımızda tesirlerini bütün felsefe âlemine
hatta bütün düşünce dünyasına yayarak
genişleten varoluş felsefesinin doğuşu geçen
asrın başlarındadır.
Hatta onun hazırlıklarını Pascal’da bulmak
kabil oluyor. II. Cihan Harbi’nden sonra pek
acayip anlayışlara yol açan bu felsefenin esası
şudur:
Eski Yunan’dan beri felsefe, hakikat olarak
eşyanın özünü araştırıyordu. Öz, duyularla
tanınmayan, bir olan, hiçbir zaman
değişmediği halde, değişen ve duyularla
tanınan bütün varlıkların esası olan ve
onları var kılan şeydir. Filozoflar, gaye olan
bu meçhulü araştırmakla işe başlıyorlardı.
Egzistansiyalistler, aklı karanlıklarda keybedici
olan bu hareketin tersine olarak var olandan,
bilinenden ve duyularla tanınandan işe
başladılar. Bu yoldan giderek gözlemle tahlilin
götürebildiği yere kadar ilerlemeyi düşündüler.
Böylelikle hakikati tanımaya çalışmak varoluş
felsefesinin temelini teşkil ediyor. Varoluşçular,
hakikat şudur veya budur demiyorlar. Bu yolda
bir hipotez de ileri sürmüyorlar. Bunlarda
hakikatin sezgisi yoluyla bir anda yakalanacak
öz de mevcut değildir. Gerçek varoluşu
yakalayarak onda adım adım derinleşmemize
yarayan tanıyış bu felsefenin metodudur.