Dinin doğuşu hakkında, bizim, kendimize göre bir İslâmî telakkimiz vardır ki ilmin onu teyit etmediği söylenemediği gibi onu reddettiğini söylemeye de imkân yoktur. Bu telakkiye göre, insanın yeryüzünde peyda olması ile Allah’ı tanıması ve Allah’ın hidayetine ermesi bir olmuştur. Çünkü Allah’a tapmak, beşer fıtratının gereklerindendir ve insan, akıl sahibi olarak yaşamaya başladığı günden beri vicdanında ve şuurunda din hissinin çalkandığını hissetmiştir. İnsan bu hissin hidayetiyle ve Allah’ın vahyi ve ilhamıyla Allah’a tapmış, sonra bu dünya yaşayışı sırasında onun içindeki bu his ve bu şuur soysuzlaşmış ve insan, Allah’ı bırakarak başka şeylere tapmış, türlü türlü sapıklıklar içinde yaşamıştır.
Kur’ân, “Biz, insanı en güzel kıvam üzere yarattık. Sonra esfele (alçaklıkların en koyusuna, bataklıkların tâ dibine) yuvarladık” der. Yani en güzel kıvam üzere yaratılan insan, bu kıvamı bozarak din namına bataklıklar içinde yüzmüş ve bu bataklıkların dibini boylayacak derecede alçaldıkça alçalmıştır.
Bunun bize anlattığı hakikat şudur:
İnsan tâ başlangıçta en doğru din üzerinde iken yeryüzündeki yaşayışın icaplarına kapılmış, maneviyatını semavîleştireceğine, topraklaştırarak alçalmış ve bu alçalışını putperestliğin çeşit çeşit şekillerine sapmakla göstermiştir. Beşerin ilk dini en doğru dindi ve tevhit dini idi. Fakat beşer bu itikadın değerini, onun kalbine verdiği kudret ve kuvveti, vicdanında uyandırdığı aydınlığı anlamayarak maddeden ve her şeyden korkmuş, bu korkularını tatmin için, maddeye tapmış, arza hâkim olmak üzere yaratıldığı hâlde kendini arzın mahkûmu saymış, bu mahkûmiyet yüzünden kendine bir sürü yükler yüklemiş ve bu yüklerin altında ezilip durmuş; kendini bu mahkûmiyetten kurtarması yüzlerce asrın emeğiyle mümkün olmuş ve bu kurtuluş İslâm dini ile kemalini bulmuştur.” (Ömer Rıza Doğrul)
Bizim telakkimizin özü budur ve bugün de bu telakkiyi çürütecek bir ilim nazariyesi yoktur. Kimbilir, belki yarın bu telakkiyi kuvvetlendirecek nazariyeler peyda olacaktır. (Ömer Rıza Doğrul)