“Deprem her yerde. Devlet Yolu 13 üzerindeki sarmaşıklarla kaplanmış yıkık evlerin enkazlarında, büyük binaların çatlaklarında ve hasar izlerinde, parçalanmış mezar taşlarında, yeniden inşa edilmiş katedrallerin çarpıklıklarında, arı peteği gibi iç içe geçmiş eski köylerin boş sokaklarında ve Amerikan televizyon dizilerindeki hayali kenar mahalle yaşamını örnek alan çirkin yeni evlerde ve yerleşimlerde. Yeni evler, sarsıntıyı yaşamış kasabalardan uzakta, taşranın ortasında, açık arazilerde olur; çoğu sadece tek katlıdır. Bunun esas amacı, olur da yine bir gün deprem olursa diyedir... Tıpkı o yılki gibi, 1976’daki depremde olduğu gibi, insanın kafasına düşecek şeyleri en aza indirmektir. Şimdi aradan yarım ömür ya da daha fazla zaman geçti ama herkesin hafızasına kazınan izler silinmedi, her hatırlandığında olayların nedenleri ve nasıl olduğu üzerine anlatılanlarla yeniden canlanıyor. O anlarda, korkuya kapılmış, bir sonraki gürültüyü beklerken, garajlarda, açık havada, ailenin Fiat arabasına sıkışarak, enkazların arasında, ölülerin arasında, kucakta bir kediyle birlikte…”
“Annem cuma günleri peynir tütsülerdi. Odunları bir gece önceden getirmek zorundaydım, böylece sabaha tütsü yapılacak mekânda her şey hazır olurdu. O akşam gidip odun almak istemedim. Nedenini hatırlamıyorum. Verandada oturmuş, bir şeyler yontuyordum. Gidip odun getirmemi söyledi babam ama ben yerimden kıpırdamadım. Aşağıdaki sokakta insanlar evlerine doğru yürüyordu. Sanırım birisi bir şarkıyı ıslıkla çalıyordu. Mahalledeki köpekler uluyordu. Babam kafamın arkasına bir tane patlattı. Sepeti aldım ve odunluğa gittim. Bu, tam bir odunluk değildi, sadece birkaç direk, duvarlarında tahta ve üstünde bir çatı vardı. Arka duvarında yamaç vardı. Toprak ve taş. Saat çok geç değildi. Hava hâlâ aydınlıktı. Odun yığınından bir kütük aldım ve odun yığını ile yamaç arasındaki boşluktan bir yılan fırladı. Siyah ve uzundu ve muhtemelen kolum kadar kalındı. Çocuk sayılacak yaştaydım…”
“Hatıra nedir? İstediği gibi gelir ve gider. Kaybolur ve biz hiçbir şey yapamadan kendini dayatır. Duvarı görüyorum, bir karbon yılanını hatırlıyorum. Bir karbon yılanını hatırlıyorum, depremin anısı geri geliyor. Yani her şey birbirine bağlıdır ve iç içe geçmiştir. Tavukları duyuyorum ve Venezuela’daki çocukluk yıllarımı düşünüyorum. Avludaki mis kokulu ağacı ve yerdeki güneş lekelerini. Her şey değişti ama her şey hâlâ orada. Hatıralar durmaksızın ördüğümüz bir doku gibidir. Gördüğünüz, duyduğunuz, düşündüğünüz ve kokladığınız her şey bu dokuma bellek kumaşındaki bir iplik gibidir. Kumaş uzadıkça uzar; yaşlandığınızda, neredeyse vadinin tepesinden vadinin çıkışına kadar olan uzunlukta olur, sadece kafanızın içinde sıkıca katlanmıştır. Damarlarınızdaki kan durmadan onun üzerinden akıp durur ve sonra küçük lifler gevşer ve kopar ve başka bir yere süzülür ve sonra insan bir şeyleri unutmaya başlar ama kafanızın içinde bir yerlerde hâlâ duruyordur. Evet, hatıra nedir? Biz hatıranın bizzat kendisiyiz.”